Althusser psikiyatri kliniğinde Bir düşünür için en şanssız durum bu olsa gerek. Çünkü çoğunlukla kimse bir akıl hastasının söylediklerine inanmak istemez. Oysa bir düşünürün değerini oluşturan yalnızca eseridir. Buna koşut olarak birkaç yazı yayınlandı ülkemizde. Bu yazıda psikiyatrinin tutsağı bu büyük düşünürden hareketle psikiyatrinin temel sorunsalına yaklaşmak istiyorum.
Psikiyatri bir sfenkstir.
Kişiler arası ilişkiler, sosyoloji, derinlikler psikolojisi, psikoanaliz, kültürler arasındaki farklılıklar, transkültürel psikiyatri, antropoloji, beynin organizasyonu, deneysel nörofizyoloji, beynin kimyasal yapısı, kimyasal ileticiler, iyonlar, çeşitli ilaç etkinlikleri, nöropsikoformakoloji, elektronik beyinler, kibernetik vs. bütün bu ilk bakışta birbirinden çok uzak görünen kavramlar, psikiyatri disiplini içinde belli bir anlam taşır. Psikiyatri adeta bir geçiş alanıdır, sınırda bir bilimdir. Bir yanı ile diğer tıp disiplinleri ile birlikte uygulamalı bir doğa bilimi iken, psikoloji, sosyoloji ve antropolojinin alanlarına doğru uzanır.
Bu neden böyledir? Çünkü akıl hastalığı semptomları coğunlukla Kişiler arası ilişkilerde açığa çıkar. Ancak kişiler arası sosyal ilişkilerin oluşmaya başladığı, toplumsal iş bölümü ve rollerin yerleştiği toplumlarda bir akıl hastalığından söz edilebilir. En azından akıl hastalığı ile toplum arasında sıkı bir ilişkinin olduğu açıktır. Öte yandan beynin örgütlenmesinde oluşan bir değişikliğin kendisini kişiler arası ilişkilerde gösteren hastalıklara neden olması da göz ardı edilmemesi gereken bir durumdur.
İşte bu genel çerçeve nedeniyle psikiyatri yoğun tartışmaların alanı olagelmiştir. Burada iki temel görüşü ayrımsamak olasıdır:
Dinamik-sosyokültürel görüş: Bu görüşe göre akıl hastalığı psikoseksüel gelişimin ilkel aşamalarında saplantı (fiksasyon) ve gerileme (regresyon) kavramlarıyla (Freud), intra uterin yaşamdan kopuşun yarattığı ayrılık anksiyetesi temeli üzerinde gelişen bireyin ilişkilerinin bozulması kavramı ile (O. Rank), insanın çevresini saran yabancı dünyanın yarattığı temel anksiyite kavramı ile (K. Horney), kişiler arası ilişkiler ve yakın çevrenin beğenisini kazanamamam kaygısı ile (S. Sullivan) açıklanmaya çalışılır.
Organik öğretilere gelince: Bunlar akıl hastalığının kökeninde beynin belli bir bölümünün fizikokimyasal bir dengesizliğini söz konusu ederler.
Kuşkusuz bu görüşleri belli ölçüde uzlaştırmaya çalışan görüşler de vardır. Söz gelimi organodinamik öğreti: Bu görüşe göre akıl hastalıklarının temelinde organik bir bozukluk vardır. Fakat bu lezyon nedeniyle psişik yaşamda yalnızca bir 'çözülme' oluşmaz fakat daha alt bir düzeyde, gelişiminde dinamik faktörlerin rol oynadığı bir yeniden örgütlenme de söz konusudur.(1)
Psikiyatrinin bu ikilemi aslında pratik ve teorik ilginç sorunlar ortaya koyar. Dinamik görüşlerin en ateşli savunucusu psikiyatlar dahi zaman zaman ilaç kullanır. Bunu yaparken psişik bir bozukluğu fizikokimyasal bir süreci etkileyerek düzeltmeye girişmelerine karşın sorunu tam açıklığında kendi görüşleriyle bütünleştirip ortaya koymaya çalışmazlar. Öte yandan psişik bozuklukların kökeninde fizikokimyasal/biyolojik bir sürecin olduğu görüşü bazı epistomolojik sorunlar ortaya koyar. Söz gelimi Szasz'a göre psişik bozuklukların kökeninde fizikokimyasal bir sürecin olduğu görüşü epistomolojik bir hatadır.(2) Organik görüşü savunanlarsa, hekimce bir tutumla bu düzeyde bir tartışmaya çoğunlukla girmemektedir. Bu yazıda psikiyatrik hastalıkların organik temelinin ortaya koyduğu epistomolojik sorun söz konusu edilecektir. Yani tartışma tıbbi değildir.
*
Söz gelimi psikiyatrinin öteden beri temel hastalığı olan şizofreni konusunda tartışma tıbbi düzeyde sürüyor: Hergün kimyasal ileti bozukluğunu doğrulayacak yeni laboratuar bulgular yayınlanıyor. Artık etki mekanizmalarını bildiğimiz çeşitli ilaçların, bu hastalığı sağaltımında yerinin olması, bu alandan gelen verilerin diğer laboratuar verilerle uyuşması bu görüşü destekliyor. Dahası, hayvanlarda normal davranışlara neden olan amfetamin, LSD gibi drogların insanlarda 'Model Psikozlar' denen şizofreniye benzer tablolar yaratması ve bu droglorın beyinde meydana getirdiği bilinen fizikokimyasal değişikliklerin şizofreni sağaltımında kullanılan ilaçların etki mekanizmalarından çıkan sonuçlara uygunluk göstermesi de durumun fiziko-kimyasal-biyolojik kavranışına önemli katkıda bulunmaktadır.(3)
Ancak şizofreniyi laboratuarda değilde klinikte, hasta ile karşı karşıya iken anlamaya çalıştığımızda görünüm bir anda değişir. Bu düzeyde olay, fiziko-kimyasal-biyolojik bir süreç olarak değil fakat insani, toplumsal bir fenomen olarak görünür. Hastanın sunduğu kaosta her şey ancak bir psikoanalizci gözüyle yerli yerine oturtulabilir. Birbiriyle uyuşmaz gözüken şeyler bir anlam kazanabilir. Böylece bakınca karşımızda iki ayrı şey: Bir fiziko-kimyasal bir de sosyal süreç duruyor gibi gözüküyor. Oysa ki bunlar bir ve aynı şey. Bu bağlamda psikiyatri aşması gereken çelişkiler taşıyor. Bu tıpkı optikteki, partikül-dalga çelişkisinin daha üst bir bileşimde bütünleşmesine benziyor. Denebilir ki bugün psikiyatriyi daha öteye götürecek çelişki de budur.
Ancak olay, çok daha felsefi bir anlama da sahiptir. Özellikle epistomolojik bağlamda.
Olayı şöylece ortaya koyalım: Yeni ontolojinin kurucularından N. Hartmann varlık evreninde dört varlık tabakası görüyor. Bunlar maddi, organik, psişik ve 'geist' varlık tabakalarıdır. Hiç kimse maddi olanlar psişik ve 'geist' varlığını birbirinden ayırmakta güçlük çekmez. Bu tabakalar otonomdur, fakat birbirine bağlıdır da. «Yüksek tabaka aşağı tabakanın üzerinde durur ve aşağı tabaka tarafından taşınır. Fakat bununla beraber ona karşı hürdür.»(4)(*)
Nitekim «psişik alan organik tabakanın üzerinde bir tabaka teşkil eder. Fakat biz psişik olanla karşılaştığımız her yerde onu organik olana bağlı olan onun tarafından taşınan bir varlık olarak görürüz... Eğer bundan psişik olanın organik alan kanunlarından başka özel kanunlardan yoksun olduğu sonucunu çıkarırsak fenomene gözlerimizi kapamış oluruz. Psikoloji, özel psişik alanda özel psişik kanunların hüküm sürdüğünü şüpheye yer vermeyecek bir açıklıkla gösterdi.»
Öyleki bu kanunlar otonomdur ve başka hiçbirşeyden tümdengelimle çıkarılamayacağı görülmektedir.
«Yukarıdaki tabakanın alttaki tabakaya bağlılığı onun otonomisinin, sınırlanması demek değildir. Alttaki tabaka, üstteki için taşıyan bir temel, bir 'Conditio sine qua non'dur. Yukarıdaki tabakanın özel yapısı bu temel üzerinde sınırsız bir hareket serbestliğine sahiptir.» (5)
Her tabakanın kendi içinde geçerli kanunları vardır ve bunlar bir başka tabakaya uygulanamaz. «Eğer bir alanın kategorileri yapısı başka olan yüksek alanlara kadar ilerliyorsa o-kategorilerin bu yeni alandaki rolleri ikinci derecededir ve 'bu alanın özel fenomenlerini açıklamada yeterli' değildir.»(6)
Öte yandan nörofizyoloji ve psikiyatri ilginç bir aşamadadır. Burada artık psişik, emosyonel olaylarla fiziko-kimyasal-biyolojik süreçler kesişmektedir. Denebilir ki tüm psişik süreçler aynı zamanda bir başka düzeyde fiziko-kimyasal bir süreçtir. Bu durum ilk bakışta hemen onaylanabilir, bazılarına ise çok ters gelebilir. Üstelik bu durumu hemen onaylamak da yadsımak kadar değer taşır. -«Anlam», «değerlendirme», «duygulanım» gibi kavramların aynı zamanda fiziko-kimyasal bir süreç oldukları üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun oluşturur. Şöyle bir örnek verelim: «Sınavda başarılı oldun.» cümlesi bir kişiden diğerine iletilmede iki farklı 'varlık'a sahip gibi gözükmektedir. İster konuşarak yani havanın belli bir titreşimiyle ya da Mors alfabesiyle veya ışık yakıp söndürmeyle oluşturulmuş bir iletişim sisteminde iletilmiş olsun herşeyden önce bu mesajın fiziksel bir 'varlık'ı vardır. Ancak bu fiziksel varlığından öte bunun dışında birşey olarak da görülmektedir. Bu da taşıdığı anlamdır. Şimdi bu 'anlam' fiziksel varlıktan başka birşeydir, psiko-sosyal bir olgudur. Mesajın fiziksel varlığı yalnızca bir « taşıyıcı temel» olarak bir «Conditio sine qua non» olarak söz konusudur. Fiziksel taşıyıcı temel şöyle ya da böyle olabilir, fakat zorunlu olarak olmalıdır, ancak değeri de taşıyıcı olmaktan öte değildir. Burada biri taşıyan, iki ayrı şeyle karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Olayı bir adım öteye götürelim: Mesaj şu ya da bu fiziksel taşıyıcı aracılığı ile mesajı alacak olana iletilsin. Bu durumda 'anlam'ı taşıyan fiziksel taşıyıcı, enerji kipliğine göre alıcı bir organa ulaşır. (Göz, kulak vs.) Burada, artık bilinen elektro-kimyasal süreçlere neden olur ve belli bir sinir tarafında beyinde ilgili merkezlere ulaşır. Bu durumda iki olasılık, vardır. Diyelim mesaj Mors alfabesiyle iletilmiştir ve alıcı bu haberleşme sistemini bilmemektedir. Bu durumda anlamı taşıyan fizikse!, taşıyıcı özgün olmayan bir fiziksel uyaran olarak beynin belli bir bölgesinde elektro-kimyasal olaylara neden olur. Yani burada ‘anlam’ değil, fiziksel taşıyıcı etkindir.
İkinci durumda mesaj konuşma ile iletilmiş ve alıcı, söz konusu dili biliyor olsun. Bu durumda 'anlam' taşıyan fiziksel uyaran, ilkinden farklı elektro kimyasal süreçlere neden olacaktır. Çünkü (bugünkü görüşle belli bir şekilde protein sentezi ile ilişkisi olan) önceki bilgilerin (information) oluşturduğu fiziko-kimyasal yapı yeni gelen mesaj için belli bir farklı fiziksel ortamdır. Oysa ki o dili bilmeyen kişi için aynı sesler farklı bir nitelik taşır ve özgün olmayan fiziksel uyarıcı olarak değerlendirilir. Öyleyse fiziksel taşıyıcı tarafından taşınan ve 'psiko-sosyal' bir olgu olan 'anlam'ın kendisi de bir fiziksel etkili olarak devreye giriyor demektir. Ancak burada bir fiziksel etkili olarak devreye girmesi sorunu ortadan kaldırmaz. Çünkü 'anlam' fiziksel bir kategori değildir. Öte yandan alıcının beyninde geçen tüm 'değerlendirme' işleminin fiziko-kimyasal olaylar zincirinden oluşması da sorunu çözmez. Aksine, sorun tam buradadır. 'Anlam' fizik bir etkili olarak devreye girse de 'anlam kategorisi' fizik dışı bir kategoridir. Aynen 'değerlendirme'nin bütünüyle fiziko-kimyasal süreçler zincirinden oluşmasına karşın, bütünüyle kategori olarak fizikdışı bir kategori olmasının (kuvvet, kitle, enerji vs. gibi fiziksel bir kategori olmaması) onun fiziksel süreçler tarafından taşınan farklı bir olgu olduğunu düşündürmesi gibi. Yani bütünüyle fiziko-kimyasal olan bu süreçlerde fizikdışı varlıklar da görülmektedir. Modem ki her 'bilgi varlığın bilgisidir! Var olmayanın bilgisi olamaz!
Koşut olarak, hemiplejinin (felç) beynin belli bir yöresinin hasarlanması ile ortaya çıkabileceği bir epistomolojik sorun oluşturmaz. Buna karşın bir akıl hastalığının beynin bir başka bölgesinin hasarlanmasıyla oluşabileceği temel bir epistomolojik sorun ortaya koyar. Çünkü hemiplejide beynin belli bir yöresinde meydana gelen fiziko-kimyasal bir sürecin yine ekstremitenin (kol, bacak) mekanik deviniminin bozulmasına yol açabileceği genel geçer anlayışla ters düşmez. Çünkü yine fizik içinde kalınmış, fiziko-kimyasal süreçler arasında belli bir nedensellik içeren bir ilişki kurulmuştur. Fakat bu kez beynin bir başka yöresinde oluşan fiziko-kimyasal bir sürecin günlük yaşamda birer fenomen olarak algıladığımız «düşünme», «hissetme», «duygulanım», «sevme», «yaratıcılık» gibi 'madde dışı', 'fizik dışı'(**) kategorileri etkileyebilmesi epistomolojik bir sorundur. Çünkü fiziğin sınırları aşılmıştır. Fizik, içinde kalınarak ancak fizikokimyasal süreçler arasında nedensel bir ilişki kurulabilir. Oysa bu psikolojik kategoriler fiziksel kategoriler değildir.
Şimdi bu durum Hartmann'ın ortaya metafizik bir sorun olarak koyduğu duruma benziyor. «Duyu, temelden birbirinden farklı olan iki alanı, fizik ve psişik alanları yani zaman ve mekâna bağlı bir dünya ile sadece zaman içinde olup biten, mekânda yeri olmayan bilifenomenlerini birbirine bağlıyor. Fiziksel ve psişik olaylar arasında şüphe götürmeyen bir sıra bağlılıkların bulunduğu bilinmektedir. Bunları hem fizyoloji hem de psikoloji hesaba katmak zorundadır. Özel sinir olaylarının özel bili olaylarının ön koşulu olduğu ya da bunun tersi, düşünme olayının sinir enerjisi harcadığından hiç şüphe edilemez. İstemenin adele enerjisini meydana getirdiği ve özel duyu enerjisinin bilide bir duyu verisini ortaya çıkmasını sağladığı da şüphesizdir. Böyle olmakla birlikte anlatılan bu olayların ilişkilerinin anlaşılmaz olarak kaldıkları, insandaki psiko-fiziksel yapının birliği olayında metafizik olan irrasyonel unsurun bulunduğu da bilinmektedir.» Yani «Bir olayın nasıl bir beden olayı olarak başlayıp psişik bir olay olarak sona erebileceği, ya da bunun tam tersi olabileceği anlaşılamamaktadır.»(
Gerçekten de birbirinden farklı iki varlık tabakası varsa bunların arasındaki ilişki ne fizik ne de psişik kanunlarla açıklanabilir. Ancak bu, elimizdeki bili nesnelerinin gerçek nesnelere denk düştüğü ya da onlardan başka birşey olmadığı varsayımına dayanır. Bu durum ileride açıklanacaktır.
*
Psikolog, çeşitli psikolojik testlerle duygulanımı, zekâyı, düşünceyi dışarıdan objektive edebilir. Bir nöropsikiyatr klinik gözlemle saptadığı psişik bozukluk semptomlarını sağaltmak için ilaç, yani kimyasal bir madde kullanabilir. İşte bu aşamada hekim, bir adım geriye çekilip hastalığa karşı ne yaptığına baktığında, özünde verdiği kimyasal madde ile fiziko-kimyasal bir süreci etkilemeyi hedeflediğini görecektir.
Bütün bunlardan Hartmann'ın aksine, psikolojiyi fiziko-kimyaya indirgemeye çalıştığımız sonucu çıkarılmamalıdır. Kuşkusuz salt fiziko-kimyasal kategorilerle psişik olaylar kavranamaz. Psişik olayları kavramak için bu düzeye özgü kategorileri 'üretmek' gerekir. Ancak burada söz konusu olan bu iki disiplinin farklı yöntem ve araçlar kullandığı ve farklı birer temel «sorunsal»a (problematique) dayandıklarıdır. Öyle ki bu bilimlerden her biri için söz konusu olan problem ancak kendi temel sorunsalları içinde anlam taşır. Öyleyse problem tek başına bir problem değildir. Belli bir sorunsalda bir problemdir. Doğa bilimlerinden bir örnekle yaklaşalım: Kimyasal olaylar, kategoriler, atom düzeyinde fiziksel olaylardır.(9) Tıpkı psişik olayların fiziksel, olaylar ile kesişmesi gibi. Bu durum kimyanın fiziğe, psikolojinin fiziko-kimyaya indirgenmesini getirmez. Çünkü kimyasal olaylar ancak onları kavramak için üretilen kimyasal kategoriler 'ağı' ile kavranabildiği gibi psişik olaylar da psikolojik kategorilerin üretilmesini gerektirir. Üstelik atom fiziğinin sonuçlarının kimyasal, kategorilere doğru uzanması da zaman içinde ve mantıksal olarak kimyasal kategorilerin üretilmesini izler. Fakat nasıl oluyor da aynı sorunun iki ayrı yanıtı olabiliyor? Nasıl oluyor da kimyasal olaylar hem 'çözünürlük', 'uçuculuk' vs. gibi nitel kimyasal kategorilerle, hem de kuanta fiziğinin nicel kategorileri çerçevesinde çözüm buluyor? Ya da psişik olaylar hem fiziko-kimyasal hem de psikolojik kategorilerde e1e alınabiliyor? Bu ancak sorunun birbirinden farklı olması ile olasıdır. Fiziko-kimyanın sorusu psikolojinin sorusu ile aynı değildir, nasıl ki kuanta fiziğinin sorusu kimyanın sorusu değilse. Çünkü soruya biçimini veren üzerinde sorulduğu temel sorunsaldır.
O halde Hartmann'ın koyduğu fiziksel süreçlerin psişik süreçleri etkilemesi metafizik sorununun çözümüne gidebiliriz artık. Hartmann'ın temel yanılgısı felsefesinin temelinde bulunan ampirist (görgülcü) kuramından kaynaklanır. Althusser'e göre tüm ampirist bilgi kuramının temeli bilgiyi gerçekliğin içerisinde var olan, gerçek bir parça olarak görmesidir. Görgülcülüğe göre, «Bilmek, gerçek nesneden, (objet réel), özne, (sujet) tarafından nesnenin bilgi denen özünü soyutlamaktır... Verilmiş gerçek nesneden özünü çeken görgülcü soyutlama, özneyi gerçek özün sahibi yapan gerçek bir soyutlamadır. (Abstraction réelle). Bilgi soyutlamadır. Yani özün, onu içeren « gerçek»ten çekilmesi, özün onu içeren ve onu gizleyerek örten «gerçek»ten ayrılmasıdır.» (10)
Gerçek adeta, özsel ve özsel olmayan iki parçadan oluşmuştur. «(Özsel, yani özden başka birşey olmayan) bilgi, gerçeğin içinde, bölümlerinden biri olarak gerçekçe içerilmiştir.» Bilgiyi elde etmek için yapılacak şey özsel olanı kaplayan özsel olmayan 'kabuğu' soymaktır. Böylece bilgi gerçek olan bir ögedir. Yani bir anlamda bilinin nesnesi (objet de la connesaissance) gerçek nesneye (objet réel) özdeştir.
Hartmann'ın köklendiği fenomenoloji tipik bir görgülcü bilgi kuramını içerir. Burada özsel olmayan herşeyin parantez içine alınması (rediksiyon) ve böylece elde edilen özsel fenomenin betimlenmesi sözkonusudur.
Oysa «Bilgiyi üretim olarak, anlamak gerekir». (11) «Kafanın dışında bağımsızlık içinde» varolan gerçek nesne ile «düşüncenin ürünü olan bilinin nesnesi farklıdır». Bunların «kendi öz üretim süreçleri» de farklıdır. «...Gerçek nesnenin üretim süreci, bütünüyle gerçekte yer alır ve gerçek gelişimin (genése réelle) gerçek düzenine (l'ordre réel) göre meydana gelirken bilinin nesnesinin üretimi bütünüyle bilide (connaissence) yer alır ve gerçek kategorileri 'yansıtan' düşünce kategorilerinin gerçek tarihi gelişim düzenindeki aynı yeri değil, fakat bilinin nesnesinin üretim sürecindeki işlevleri tarafından onlara sağlanan bütünüyle farklı yerleri işgal ettikleri bir başka düzene göre oluşur»(12)
Öte yandan bir sorunu sorun olarak belirleyen, temel sorunsaldır. Bilim «ancak belirlenmiş kuramsal bir yapının ... alanında, tüm problem biçimlerinin mutlak belirlenimini oluşturan sorunsalın alanında soru sorabilir.» ... «Bir kuramsal sorunsal tarafından belirlenmiş alanda var olan şeyi gören, bir öznenin gözü değildir, tanımladığı sorulara da ve nesnelere de görünen alanın kendisidir.»(13)
Böylece bir kuramın sorunsalı kendi nesnesini üretir. Ve bir kuram için görünmez olan, kuramsal sorunsalının görünmezi, görünmez olarak dışarıda bırakmasına dayanır. Doğa bilimlerinde bu durum açıklıkla görünür. «Nedensellik» fiziğin öteden beri değişmez bir kategorisidir. Ancak bugün atom düzeyinde «nedenseilik» kategorisi ile olaylar açıklanamamaktadır. Örneğin radyoaktif elementlerin yarılanma ömürleri kesinlikle bilinmekte ve formüle edilmektedir. Buna dayanarak da çok kısa bir zaman aralığında dahi kaç atomun parçalanacağı kesinlikle söylenebilinmektedir. Fakat atom fiziği sorunsalında durum tam anlamıyla değişir. Çünkü burada artık hangi atomun ne zaman parçalanacağı söylenememektedir, böylece giderek bir «istatistik» fiziği anlayışı yerleşmektedir. «Nedensellik» ve « İstatistik» farklı teorik pratiklerin farklı sorunsalları içinde anlam kazanır. Şu nokta açıklıkla görünüyor ki bilinin nesnesi gerçek nesne değildir. Gerçek kategorilerle kendisi olmayan düşünce kategorileri bir kuramsal sorunsalda, sorunsal tarafından üretilir. «Nedensellik» başlı başına doğada var olan ve görgülcü soyutlama ile görülebilir olmuş bir nesne değildir. O, ait olduğu temel sorunsalda temel sorunsal tarafından belirlenmiş ve böylece üretilmiş bir kategoridir. Temel sorumuza dönersek, fizikokimyasal süreçler ile psişik süreçler arasındaki ilişki, yani psişik sürecin fiziko-kimyasal süreç tarafından etkilenmesi epistomolojik bir sorun oluşturuyordu. Çünkü artık fiziğin sınırlarının dışında bir nedensellik söz konusu gibi görünüyordu. Oysa ki psikolojinin «bili nesnesi» ile fiziko-kimya-biyolojinin «bili nesnesi» birbirinden farklı olmakla birlikte farklı birer «gerçek nesne»ye özdeş değildirler. Psikolojik kategoriler belli bir sorunsal içerisinde üretilmiş, dolayısı ile bu sorunsal içinde anlamı olan kategorilerdir ve gerçek nesnenin kategorilerinden farklıdır. Aynı şeyler fiziko-kimyasal-biyolojik kategoriler için de söylenebilir.
Hartmann belli bir teorik sorunsal çerçevesinde üretilmiş kategori sistemlerini varlığa yansıtıyor. Böylece biribirinden ayrı « fizik», «organik», «psişik», «geist» varlık tabakalarını görüyor. Oysaki bunlar gerçek nesneler değil, bilinin nesneleridir. Bunlar belli bir sorunsalın nesnesi olarak; bu sorunsal çerçevesinde olanaklı sorunların nesneleridir. Ontoloji varlık tabakalarını birbirinden ayırırken aslında gerçek nesne değil, fakat bilginin nesnesi olan nesneleri ayrı ayrı koyuyor. Oysa bunlar gerçek bir varlığa denk düşmezler, bilinin nesneleri belli bir teorik sorunsal içerisinde üretilmiş nesnelerdir Ontoloji, varlık tabakalarını bir fenomen olarak bulup «betimlediğini» söylüyor. Fakat, onun bir «betimleme» olması, belli bir kritikten yoksunluğunu da birlikte getiriyor.
Psikolojik kategorilerle tanımlanan psişik süreçler nasıl oluyor da fiziko-kimyasal kategorilerle tanımlanan fiziko-kimyasal-biyolojik süreçlerden etkileniyor? Şimdi bu durumu epistomolojik bir sorun olarak ortaya koyan, ya da «metafizik bir irrasyonal» olarak belirleyen psişik süreçlerin ve fizik süreçlerin ayrı ayrı gerçek nesneler olarak kabul edilmesidir. Gerçeklik insan aklının dışında kendi bağımsızlığında biliden önce ve sonra varlığını sürdürüyor. Bu gerçek nesne, salt belli bir kuramsal sorunsalda üretilen bilinin nesnelerinden farklıdır. Psişik olaylar, fiziko-kimyasal-biyolojik kuramsal sorunsalda fiziko-kimyasal bir nesne olarak üretilir. Oysa ki psişik olaylar bir başka sorunsal oluşturan psikoloji disiplini içinde, psikolojik kategorilerle kendini ortaya koyan bir bili nesnesi oluşturur. Fizik disiplini içerisinde kalınarak ancak fiziksel olaylar arasında ilişki kurulabilir. Fiziko-kimyasal-biyolojik kuramsal sorunsal çerçevesinde, bir bili nesnesi olarak üretilmiş süreçler bir başka teorik sorunsal oluşturan psikoloji içinde bir başka bili nesnesidir.
Yukarıda «anlam» ve «değerlendirme»nin iki yalıtık varlığa sahipmiş gibi göründüğünü söylemiştik. «Anlam» fizik dışı bir kategori olmakla beraber fizik bir etkili olarak devreye giriyor, «değerlendirme» bütünüyle fiziko-kimyasal süreçlerden oluşsa da kategori olarak fizik dışı bir kategori oluşturuyordu. Şimdi bir mesajda iki ayrı varlık «fiziksel bir süreç» ve «anlam» görünmesini, ele alalım. Bunlar özünde birbirinin üzerine binmiş iki gerçek nesne değil, onu kendi kuramsal sorunsalı çerçevesinde fiziksel bir süreç olarak ele alan ve böylece bir bili nesnesi olarak üreten fiziko-kimya-biyoloji ve ayni gerçek nesnesi kendi sorunsalı çerçevesinde ele alıp «anlam» ve «değerlendirme» kategorileriyle bir bili nesnesi olarak üreten psikolojidir. «Akıl hastalığının kökeni beynin belli bir yöresindeki fizikokimyasal bir süreçtir» önermesi de benzer bir epistomolojik karışıklık oluşturuyordu. Fiziko-kimyasal süreçler, fizik içinde kalınarak ancak fiziko-kimyasal süreçleri etkiler. Olay fiziko-kimya-biyoloji teorik sorunsalı düzeyinde fiziko-kimyasal bir bili nesnesi olarak üretilir. Oysa ki akıl hastası psikoloji laboratuarında ya da klinik gözlemde bir başka sorunsalın çerçevesinde, bu sorunsalın kategorileriyle bir başka bili nesnesi olarak üretilir. Demek ki sözkonusu olan bir ve aynı gerçek nesnenin iki ayrı kuramsal sorunsalda iki ayrı dille iki ayrı bili nesnesi olarak üretiminden kaynaklanıyor. Demek ki Hartmann'ın koyduğu «metafizik irrasyonel» aslında olmayan bir sorudur.
*
Bu yazı çerçevesinde, tüm karmaşanın kökeninde organik psikiyatrinin iki ayrı kuramsal sorunsalın, iki ayrı dilini kullanmakta olduğunu gördük: Bunlardan biri klinik gözlem ve psikoloji laboratuarının dilidir. Diğeri fiziko-kimya-biyoloji ya da özgün terimiyle nörofizyolojinin dilidir. Oysa her kuramsal sorunsal kendisini kuramsal sorunsal olarak belirlerken kendi «uygun» (adequcte) kategorilerini de üretmek zorundadır. Bu bağlamda psikiyatri de kendi sorunsalına uygun bir dil üretmek durumundadır. Çünkü «eski kavramlar adsız bir olmayanın rolünü umutsuzca oynarlar». Ve bu durumda «rollerle kişiler arasında uygunsuzluk»tan başka birşeyin sözkonusu olmadığı gerçek bir dram oynanır. İşte psikiyatrinin dramı budur ve belki de daima sürecek bir dramdır bu.
*
Hasta öteden beri hekiminin en iyi öğreticisi olmuştur. En iyi okul hastadır der hekimler. Ancak bugün psikiyatri «HASTA»sından günlük klinik uygulamasının değil, fakat kendi derinliklerini, kendi kuramsal sorunsalını öğrenmek durumunda. Psikiyatrinin tutsağı ve belki temel sorunsalının aydınlatıcısı büyük filozofu...